Solivus Virel: Ayrılma
Rüzgarın sesi bile değişikti dışarıda.
Servus Life Sector’daki yapay melodi burada yoktu; bu rüzgar, pas kokusunu ve yanmış etin metalik tadını taşıyordu. Adımlarım çamurun içinde kayboluyordu. Çamur dediğime bakma; toprağın kendisi ölmüştü, yağmurla karışan kül onu bir yapışkan tabaka haline getirmişti.
Uzaktan, Homo Dominus’un kulelerini görüyordum. Onlar gökyüzünü delip geçen, kendi bulutlarını üreten camdan mabetlerdi. Tepelerinde yeşil bahçeler, parlak güneş panelleri ve yansımalı yüzeyler vardı. Ama buraya yaklaşmak, yaşayan bir organizmanın damarlarına girmek gibiydi — her giriş, sensörlerle ve makinelerle doluydu.
Uyanışımı takip eden üçüncü gün, kuzeydeki yıkıntılara yürüdüm. Orada, Homo Dominus’un artık kullanmadığı eski üretim sahaları vardı. Paslı duvarlar, çökmüş tavanlar, kabloların üzerinde örümcek ağları…
İlk durağım, terk edilmiş Üretim Tesisi-47 oldu.Tesiste ilerlerken, üzeri kül tabakasıyla kaplanmış eski bir alet çantasına rastladım.
İçini açtığımda şunları buldum:
-
Kalın, boş bir defter (kenarları hafif yanmış)
-
Üç adet mekanik kalem
-
Yağ lekeleriyle dolu sayfalar içeren Temel Sistem Kavramları kılavuzu
-
Makine Mühendisliği Çizim Diyagramları – rulolar halinde, solmuş mürekkep ama okunabilir
-
Analog devre şemaları (Homo Dominus artık tamamen kuantum devrelerine geçmişti, bu yüzden bunlar ilgilerini çekmiyordu)
Defteri elime alınca, içimde garip bir his oldu. Kağıt… Unutulmuş bir hafıza biçimi. Veri, sayfalara kazınabiliyordu ve kimse onu silemiyordu. O an karar verdim: Gördüğüm her gerçeği yazacaktım.
Orada bulduğum eski teknisyen tulumunu giydim. Kumaşı sertti ama üzerinde Homo Dominus logosu vardı — bu, bana Servis Girişi-9’da ilk engelleri aşmak için bir kamuflaj sağlayabilirdi.
Burası, robot üretim hattı gibi görünüyordu ama gerçekte Homo Servus bedenleri işleniyordu. Yarı ölü bedenler, kablolara bağlı beyinler, sinirsel verileri çekilip Matrix’e besleniyordu. Onların “çalışan robotları” aslında insanlar ve mekanik parçaların birleşimiydi. O an, Homo Dominus’un bize neden hâlâ ihtiyaç duyduğunu anladım: Robotlar mükemmel çalışır ama insan beyninin yaratıcılığı hâlâ eşsizdi. O yaratıcılığı kontrol altına alıp sömürmek, onları daha da güçlü yapıyordu.
Yoluma devam ettim.
Kulelere yaklaştıkça zemin değişti. Çürümüş şehirlerin gri tonları yerini steril beyaza bırakıyordu. Burada çöp yoktu. Hava temizdi — ama bu temizlik doğal değildi, devasa filtre kulelerinden püskürtülen yapay bir atmosferdi. Sınırı geçmeden önce, Algı Duvarına ulaşmam gerekiyordu.
Algı Duvarı görünmezdi.
Yaklaşan bir Homo Servus, zihninde “tehlikeli bölge” görüntüleri, korku sahneleri görür ve geri dönerdi. Ama ben filtreden sıyrıldığım için, sadece bulanık bir alan olarak görüyordum. Yine de risk büyüktü — Homo Dominus’un devriye dronları, duvar boyunca devinirdi. Bu dronlar yüz tanıma değil, düşünce izleme yapardı. Biyometrik değil, zihinsel dalgaları okuyan sensörleri vardı.
Beni fark etmemeleri için nefesimi yavaşlattım, düşüncelerimi bastırdım.
Bir öğretmenimin yıllar önce Matrix’te öğrettiği bir yöntemi hatırladım: Tek bir cümleye odaklanmak. Ben “boşluk” kelimesine tutundum. Her nefes alışımda “boşluk”, her verişimde “hiçlik” dedim.
Duvarı geçtim.
Kulenin gölgesi üzerime düştü. Bu kadar yakından bakınca, Homo Dominus’un dünyası daha da yabancı görünüyordu:
-
Yürüyen insanlar, neredeyse hiç konuşmuyordu. İletişim gözlerdeki ışıklar ve sinirsel dalgalarla oluyordu.
-
Çocuk diye bir şey yoktu; her “vatandaş” belirli bir yaş görünümünde duruyordu.
-
Yüzler aynı oranda güzeldi, aynı oranda soğuktu. Çeşitlilik yok olmuştu.
İçeri girebilmek için Servis Girişi-9’u hedefledim. Orası, dron bakımı yapan teknisyenlerin kullandığı küçük bir tüneldi. İçeri sızarsam, merkez veri çekirdeğine ulaşabilir, Homo Dominus’un ölümsüzlük kodlarını öğrenebilirdim. Ve belki… onları kırabilirdim.
Ama asıl korkum, kodları kırdıktan sonra Homo Servus’un buna hazır olmamasıydı. Ya da daha kötüsü buna hazır olmalarıydı. Çünkü eğer tüm gerçek bir anda açığa çıkarsa, bu, özgürlük değil… toplu delilik getirebilirdi. Ya da hiçbir şey olmazdı.
Giriş, yerin 12 metre altında, paslı bir bakım asansörünün sonunda bulunuyordu.
Beni durduracak ilk engel BiyoSinaptik Tanıma Paneliydi. Bu cihaz retina taraması değil, beyin dalgası frekansı ile çalışıyordu. Homo Dominus’un teknolojisi, düşünce imzasını okuyabiliyordu.
Burada işe, tesisten öğrendiğim Analog Gürültü Maskesi tekniği yaradı. Elimdeki küçük bir devre şemasını uygulayarak, beynime düşük frekanslı “beyaz gürültü” sinyalleri gönderen bir başlık yaptım. Panel, sinyalleri okuyamadı ve beni “bakım personeli” olarak algıladı.
Tünellerin içine girdiğimde, Homo Dominus’un dünyası gözlerimin önüne serildi:
-
Yürüyen yollar, bireyleri sessizce taşıyor, herkes aynı ritimde ilerliyordu.
-
HoloVox adı verilen, doğrudan beyne yayın yapan haber ve bakım personellerini hedefleyen propaganda sistemleri havada süzülüyordu.
-
Gökyüzü… yapaydı. Tavanda devasa bir LED kubbe vardı, “mavi gökyüzü” 17 farklı tonda simüle ediliyordu.
-
Sokaklarda çocuk yoktu, yaşlı yoktu. Herkes “en uygun verimlilik yaşında” görünüyordu.
-
İnsanlar konuşmuyor, birbirlerine bakmıyor, Sinaptik Veri Ağı üzerinden sessizce iletişim kuruyordu.
Ama en rahatsız edici olan, Homo Dominus’un yüzleriydi: Hepsi simetrik mükemmellikte, kusursuz ve ifadesizdi.
İçimdeki ses şunu fısıldıyordu:
“Bütün insanlık yok olmuş. Sadece bunu bilmiyorlar.”
Servis koridorundan merkeze ilerlerken, şehrin çekirdeğine ulaşmak için önümde Düşünce Filtreleme Kapıları, Kuantum Veri Çekirdeği ve Yaşam Döngüsü Kontrol Merkezi vardı. Hepsi… ölümsüzlüklerinin sırlarını saklayan kutsal makinelerdi.
Bakım hattında ilerlerken eski bir kontrol ünitesine denk geldim. Kabloları paslanmış, ekranı çatlamış bu terminal, bir zamanlar “Zihin Resetleme ve Stabilizasyon Noktası” olarak adlandırılan sistemin kalıntısıdır. Ancak Homo Servus bireyleri için görünmez olan bir özellik devrededir:Olası uyanış durumunda, düşünsel dalgalanma tespit edilirse, bireye yönlendirilmiş "Ani Geri Besleme Kümeleri" (AGBK) gönderilir.
En azından sistem kılavuzunda böyle yazıyordu.
Bu geri beslemeler, sahte geçmişler, çarpıtılmış rüyalar ve yönlendirici anılardan oluşan bir anı yağmurudur. Amaç: Düşünen Servus’un paniklemesini, kendi düşüncelerinden şüphe etmesini sağlamak, gerekirse kendi kendine zarar vermesini tetiklemektir. Solivus'un uyanışında etkin madde olan özel karışım hiperaktif nöroplastisiteye neden olur. Homo Servus’un beyni kısa sürede yeni sinaptik ağlar oluşturur ama sistem bunu “sapma” olarak tanımlar ve AGBK’yi devreye alır.
Anı Yağmurunun bir kısmı Homo Dominus tarafından yakalanan ve “düşünen” olduğu için beyni sıvılaştırılan bir Homo Servus’un çığlıklarından oluşuyordu. Başka bir anı ses kaydı gibi net ve tekrar eden bir yankıyla kendisini “mutlu” bir Servus olarak gösteren sahte bir geçmişi gösteriyordu. Gülen yüzlerle çevrili, steril bir yemekhanedeydi. Ancak tüm yüzler maskelenmiş, hiçbir yüz tanıdık değildi Solivus'a.
Yeni uyanmış beyni Anı Yağmurunun sonucunda gerçeklesen nöron ateşlemesini kaldıramadı ve dizlernin hakimiyetini kaybetti. Olduğu yere yığıldı.
Yorumlar
Yorum Gönder